2 Ağustos 2010 Pazartesi

İFD Bayburt'ta VI

DE GET BAYBURT


Son günümüze uyandığımızda bir telaş vardı herkeste. Gerçek evimize dönmenin heyecanı mı? Yoksa artık evimize dönüşen yurdumuzdan ayrılmanın heyecanı mı bilinmez.

Bir telaşla bir gece önceden hazırlanan kostümlerimizi otobüse yerleştirdik. Kendi özel eşyalarımızı toparlayıp, otobüse yerleştirdik. En son o gün giyeceğimiz Kafkas kostümlerini yanımıza almak üzere hazırlamaya başlamıştık ki, birden 2 erkek çerkezkasının eksik olduğu haberi geldi....

Bu haber, otobüse yerleşim planı yapmaya çalışan bana, aynı filmlerde olduğu gibi bir çığlık şeklinde duyuldu. Acı haber tez yayılırmış...

Yukarı çıktım herkes taraf taraf, kostüm arıyor. Kostümlerin tüm parçaları olması gereken sayıda, bir tek 2 çerkezka eksik. Aslında 1 çerkezka eksik, bir tane kendime ne olur ne olmaz çerkezkası almıştım. Allahtan almışım.

Bir telaş, bir panik, moral bozuntusu. Nerden çıktı bu şimdi, bugüne kadar nasıl farketmedik? Acaba İzmir’de mi unuttuk?

Yoksa yurda hırsız mı girdi? Yok canım hırsız girse sadece 2 çerkezka mı alacak? Birisi yanlışlıkla aldı da, aldığını mı unuttu? Yoksa diğer kostümlerin arasına mı karıştı?

Bütün iddialar birer birer çürütülüyordu. Sona kalan iki ihtimaldi. Ya İzmir’de unuttuk –ki 2 ayrı kişi sayarak paketlemişti- ya da bir yerde düşürdük.

Bu moral bozuntusu içerisinde yurdumuzu son bir kez kontrol ettikten sonra, kapıyı kilitledik ve hep birlikte suratlar asık terk ettik. Herkes somurtuyordu. O kadar sebep varken çerkezkanın eksik olması tuz biber ekmişti.

Saathane’de köme ve pestil almak üzere durduk. Aldığımız amcanın eli biraz ağır olduğu için tahmin ettiğimizden fazla oyalandık. Kahvaltı salonuna vardığımızda salon bomboştu. Zaten tek ekip biz kalmıştık son güne.

Kahvaltımızı yaparken hala çerkezkaları düşünüyorduk. Kahvaltı sonrasında, merasimle otobüse bindik. Kasım Abi’yle vedalaşacağımız Halikarnas Disko’nun (bu yazımda bari gerçek ismini söyleyim GENÇ OSMAN PARKI) önüne gelince, Kasım Abi duygusal bir konuşma yaptı. Tek tek hepimizle vedalaştı. Otobüsten indi, buruk bir şekilde el sallayarak bizleri uğurladı.

Kasım Abimiz,Yayla’dan geri dönmeyeceğimiz bizimle gelmiyordu. Grupla en iyi anlaşan mihmandar oydu ve ayrılması zor oldu.

Otobüsümüz devam ediyordu. Gün ne kadar kötüydü.

Yaylaya doğru gidiyorduk hiç olmazsa birazcık neşe vardı. O da eve dönüyor olmaktan kaynaklanıyordu. Yayla yolunu takip etmeye başladık, daha tırmanmaya başlamadan kaybolduk, yanlış yola saptık, sora sora doğru yolu bulduk. Bulmaz olaydık.

Bir yol bu kadar mı kötü olur? Tek şerit, stabilize bile olamayan kötü bir toprak, 40-50˚ lik eğimle tırmanan varyant tarzında bir yol. Yaklaşık 2500 metreye tırmanacağız. Bizimle beraber tırmananlarda vardı.

Yaklaşık 1 saatlik yolculuktan sonra, yayla düzlüğünü görmüştük. Yayla tam bir panayır yeriydi, kalabalık, standlar, gösteri alanı, asker, polis, protokol,...

Otobüsümüze uygun bir yer ararken, görev yapan İzmirli polis ve askerler sırayla bize el sallıyor, yol gösteriyordu. Güzel bir yerde durduk. Hemen erkekler indi aşağıya, kızlar kabine çevrilen otobüste kostümlerini giyiyordu. Aşağıya inenler sanki otobüse tekrar binmek istiyor gibiydi. Tahmin ettiğimiz gibi hava oldukça serindi, hatta soğuktu.

Biz Adiloğlu’yla beraber programı öğrenmeye gittik. Bu sırada yerel bir sanatçı -ismini yanlış hatırlamıyorsam Çoban Ahmet- konser veriyordu. Bize ilk söylenen en son program yapacağımızdı ve yaklaşık 10 dk sonraydı. Biz geç kalmıştık. Ama araya Yayla Beyi seçimini eklemek istiyorlardı. Bizde şiddetle karşı çıkıyorduk, sis-pus bastırmadan, hava kararmadan yayladan inmek istiyorduk. Bu görüşmeler geçerken uzaklardan sis çökmeye başlamıştı. Tahmini 1 saatimiz kalmıştı.

Baskın bir gösteri yapabilmek için tüm ekip kostümlerimizle indik aşağıya, yayla beyi ile hatıra fotoğrafı çekildikten sonra, yayla beyi seçimini kısa kestirip, kendimize bir sahne yarattık. Tamamen kişisel çabalarımızla dağılmakta olan yayla şenliğinde, kendimize bir gösteri alanı yaptık.

Müzik çalmaya başladı ve oyun başladı. Bende bu arada Adiloğlu ile beraber, sahneye atlayıp ekiple birlikte oynama gayreti içerisinde olan Yayla Beyi’ne hakim olmaya çalışıyoruz. Bir yandan ekip oynuyor, bir yandan biz cebelleşiyoruz. Tam oyunun ortasına gelmiştik ki, birden ses sistemi gitti. Bir iki saniyelik suskunluk/şaşkınlıktan sonra önce Ozi sonra diğerleri ağızdan müzik vermeye başladılar. Halbuki önceden tecrübeliydik, müzik kesildiği anda oynadığımız oyunu bitirip, final verecektik. Ekstradan bir oyun daha oynadılar.

Müzik kesilince bir yandan ekibe bakmaya çalıştım, bir yandan tutmaya çalıştığım Yayla Beyi’ni bırakıp, ses düzeninin bulunduğu kamyonete doğru gitmeye çalıştım. Ses düzeninin gelmeyeceğini anlayınca ekibe işaret vermeye sahneye döndüm, gördüğüm manzara nedeni ile hiçbir şey yapamadım.

Yayla beyi ekibin arasında oyuna katılmaya çalışıyor. Oynadığımız oyun halay, horon veya bar tarzı bir şey değil araya girilsin. Kafkas oynuyoruz eşli oyunlar, araya girmenize imkan yok. Ama girmiş bir şekilde sağa sola bakınıp, poz veriyor. Neyse ekipte afallamış bakıyordu ki sırayla oynamayı bıraktılar.

Hemen otobüse yönlendirdim ekibi, sis iyice bastırmıştı. Oynarken bile doğal sis ile sahneleme yapmıştık.

Yaklaşık 3-5 dakika içerisinde gitmeye hazır bir şekilde Adiloğlu’nu bekliyorduk. Oyun müziklerinin olduğu CD’de DVD player in içinde kalmıştı. Önemi yoktu, bizde yedeği vardı.

Bir hışımla oradan kaçarcasına ayrıldık. Ama sis görüş mesafesini 10 metreye düşürmüştü. Ötesi görünmüyordu.

Şölen alanının etrafında dolandıktan sonra, Uzungöl’e inen yola çıktık. Hepimizde bir şaşkınlık, demotivasyon vardı. Önce çerkezkayı kaybet, sonra sahnede kal, sise yakalan, hepsi üstüste gelmişti.

Bu arada eksik çerkezkayı nasıl telafi ettiğimizi merak edenler için; beyaz gömlek üstüne giyilmiş siyah sırma işli bir gömleğin işe yaradığını söylemek yeterli olacaktır.

Yola çıktıktan sonra görüş alanı kim zaman 2 metreye düşüyordu ama en fazla 5 metreye çıkıyordu. Yolda tırmanış halindeydik. 2300 metre rakımlı Yayla’dan sonra tırmanmaya devam ediyorduk. Etrafımızda bitki bile yoktu.

Yaklaşık 15-20 dakika gittikten sonra bir yerleşim bölgesi çıktı karşımıza, senede 2 gün güneş gören bir yerde nasıl yaşanırdı? Tam bu soruyu birbirimize sorarken, askıya asılmış çamaşırları görünce daha da şok olduk. Devamlı yağış halinde, güneş görmeyen bir yerde çamaşır kaç haftada kururdu? Hala çözebilmiş değiliz.

Yerleşim biriminde bir bakkala doğru yolda olup olmadığımız sorma ihtiyacı hissettik. Tam Kaptan Murat sormaya yeltenmişti ki, o civarda ki dağların sahibi bakkal lafı ağzına tıkayarak, öndeki arabayı takip et dedi. Eyvallah dedik, devam ettik ama 100 metre geçmeden kamyon bize yol verdi. Geçmeyelim dedikce adam sola çekiyordu arabayı, dayanamadık geçtik. Eeee şimdi ne olacaktı?

Görüş alanı hala 2 metre, hala yağmur çiseliyor, hala herkesin morali bozuk, etrafta gördüklerimiz sonrasında herkeste bir korku başladı. Arkaya dönüp görmedim ama Çöpür’e sakinleştirici verildiği bile söylendi. Evet inandırıcı gelmeyebilir ama 0(sıfır) rakımlı bir yerde yaşayan bizler için, 3000 metre rakımda, 2 metre görüşle yol gitmeye çalışmak korkutucuydu.

Bir çukur gördük ve yavaşladık. 61 plaka bir araba durmuş, çukuru geçmeye çalışıyordu. Çok yavaş bir şekilde yaklaştık. Hemşerimiz bize “cel geçersun” dedi.

Kaptan Murat’ın yol boyu yaptığı tek hataydı. İnip bakmadı, adama inandı.

Arabayı çukurun içine sürdü ve tam çıkarken otobüsün altı oldukça fazla sürttü, doğal olarak geri saldı arabayı ve salar salmaz toprağa saplanan tamponu oracıktan bırakıverdik. Tampon gerilmeyle birlikte kırılınca, havalandı ve gözümüzün önüne düştü. Hemen otobüsü boşalttık. Herkes şaşkın, başka hasar varmıydı acaba? Morallerimiz iyice bozulmuştu ki Laz hemşerimizden gelen tepkiyi bile önemsemedik “Uşağum, niye ceri gideysun? Pen saa ceri git dedum mu? Citmeseydun olmayacaktı bunlar”

İnanılır gib değildi, adamı dinlesek otobusu orada bırakacaktık.

Moral diye bir şey kalmamıştı. Tamponu bagaja kaldırıp, doluştuk otobüse, tekrar yola çıktık. Kaptan Murat stresliydi, bizler stresliydik. Sis hiç bitmeyecek gibiydi. Hiç bir şey görünmüyordu.

Kısa süren bir sessizlikten sonra, Kaptan Murat’ın esprileri ile biraz rahatladık.

Artık inişe geçmiştik. Yaklaşık 20 dakika indikten sonra, sise rağmen yeşil ağaçların uçlarını görebiliyorduk. Biraz hayat belirtisi başlamıştı. Sis 10 metreyi görmemize izin vermeye başlamıştı. Biraz önümüzü gördük dediğimizde önümüze bir vadinin dönüm noktası çıktı. Ve tepeden sular akıyordu. Sular yolun üstünden geçtiği için toprağın bir bölümün alıp götürmüş bir bölümünü ise göl gibi derinleştirmişti. Artık ağzımız yandığı için hemen Nusret Kaptan indi bir ön inceleme yaptı. Ve otobüsün boşaltılması gerektiğini bildirdi.

Öyle stresliydik ki, otobüsü tahliye etmek 15 saniye kadar sürdü. Rekorlarımızı alt üst ediyorduk.

Hepimiz uzmanız ya! İnen, arabanın altına bakıyor, buradan geçmez, geçerse şöyle geçer gibisinden yorumlarda yapıyordu. Yoğun fikir teatisinden sonra yolun taşla doldurularak otobüsün geçeceği yolun açılması kararı alındı. Bayan, erkek elbirliği ile başladık yol doldurmaya. Etraftan taş, kaya ne varsa göletin içini doldurduk. Otobüsü biraz zor da olsa geçmeyi başardı.

Herkeste Camel Trophy’den çıkma bir eda vardı. Ya da Survivor yarışmasında ki bir takım gibiydik.

İnişe devam.....

Aynı virajdan bir tane daha. Daha sonra 3 kez karşılaşacağımız göletlerden , ön inceleme, fizibilite raporu, heyet kararı ve takım çalışması sonucu sorunsuz geçtik. Survivor bayrağını almamıza ve yarışmayı kazanmamıza az kaldı...

Evet bu gibi yol doldurma çalışmalarımız 5’yı buldu. Toplamda 5 dere geçtik. Aslında geçtiğimiz hep aynı dere ama aşağıya indikçe, her virajda karşılaşmaya başladık. Her defasında daha büyüyor, doğa daha vahşileşiyordu.

Karayolları tarafından madalya ile ödüllendirilecek olan ilk Halk Oyunları Derneği olacağımızı düşünerek aşağı inmeye devam ettik. Bize kalsa biz iki kunk ile butun bu sorunlarin ustesinden bir daha karşılaşmamak üzere gelebilirdik.

Son karşılaştığımız su birikintilerini(!), otobüsten bile inmeden geçtik. Tecrübeyle sabittir, bundan sonra uzun süre su biriktilerini uzaktan görerek geçip, geçemeyeceğimiz konusunda yorum yapabileceğiz.

Bir rivayete göre Soğanlı ile Uzungöl arası 28 kilometreydi. Soğanlı’dan yola çıkalı 3 saat olmuştu, bayağı aşağılara inmiştik ama hala oldukça yüksek bir yerdeydik. Yaşadığımız en stresli saatler olduğundan emindik. Artık çok az eğimle iniyorduk ama Uzungöl bir türlü gelmiyordu. Yukarıda ufak bir su kümesi, aşağıda hırçın bir ırmağa dönüşmüştü. İnsan görmeye başlamıştık, piknik yapanlar vardı. Yaklaştık birisine bu Uzungöl nerdedir diye, gelen cevap yöreseldi. “Az kaldı az, 10 km ilerde”

Az kalan yolda bitti nihayet!

Muhteşem bir manzara... Biraz önce üstünde olduğumuz bulutlar, engin dağların üzerine hale misali çökmüş, sis, göl etkileyici bir manzara arz ediyordu. Kurt gibi aç, yorgunduk. Ama kazasız belasız inmenin vermiş olduğu bir rahatlık da vardı. Her ne kadar kapıyı bozsak, tamponu bıraksakta...

Uzungöl’de Kuymuk ve mıhlama yedik. Bu kısım anlatılmaz yaşanır...

Ama Karadeniz insanı, doğası gibi biraz hırçın. Alışveriş yaptığımız dükkanlarda, sahipleri tarafından fırçalanarak, bir şeyler almaya çalıştık. En çokta Cücü’ye çatmışlar. Nev-i şahsına münhasır bir karakter olan Cücü ile bu tip diyaloglara girmek iyi değildir. Kızdırırsınız. Olaya şahit değilim ama tanıdığım Cücü iyi sabretmiş.

Artık deniz görmek istiyorduk. Of’a doğru yola çıktık...

Yaklaşık 30 dakika sonra akşam saatlerinde Of’a vardık ve deniz gördük. Günün Karadeniz üzerinde batışını izledikten sonra durmaksızın yola devam ettik. Hedef bir mola sonunda Sungurlu’ya kadar durmamaktı. Bir molada alışveriş yaptık, ihtiyaç giderdik. Ordu’da fındık üreticilerinin eylemi olduğunu, yolların sabahtan beri kapalı olduğunu öğrendik. Durmak yoktu. Devam kararı aldık.

Sanki hepsi rüyaydı, medeniyet varmış hala.. Bir ara hiç göremeyeceğimizi sanıyorduk.

Of, Sürmene, Trabzon, Akçaabat, Vakfıkebir, Eynesil, Tirebolu, Giresun, Bulancak, Perşembe, Fatsa, Ünye, Çarşamba, Samsun üzerinden Karadeniz turumuzu tamamlayıp, Ankara’ya doğru ilerleyecektik. Giresun’a kadar bir kısım uyur uyanık gittik. Ondan sonra bir kaç kişi hariç herkes uyudu. Taa ki zoraki kalktıkları Kırıkkale’ye kadar.



Kırıkkale’de bir mola verip kahvaltı yapmak istedik. Adamlar 25 kişiyi beğenmediler herhalde buyur bile etmediler. Bizde tavrımızı gösterip, kahvaltıdan vazgeçtik. Bir daha kahvaltı salonu bulamayacağımızı nerden bilelim ?

Ankara’da otobana çıktıktan bir süre sonra büyük bir gürültüye irkilip, otobüsü durdurmak zorunda kaldık. İç lastiklerden birisi infilak etmişti. Bir bu olmamıştı. Yoldan geçen bir kamyoncudan temin edilen malzemel yardımıyla tekrar yola koyulduk. Öğlen olmuştu biz hala kahvaltı yapamamıştık. Ama otobüstende tık çıkmıyordu. Çünkü sadece kahvaltı için ve lastik tamiri için rahatsız edilip uyandırılmışlardı. Kimsenin ayılmaya niyeti yoktu.

Afyon yakınlarında bir mola verip karnımızı doyurduktan sonra, kısa bir süreliğine Afyon tesislerde durduk. Tekrar yola koyulduk. Artık Ege havası solumaya başlamıştık. Kim ne derse desin, özlemişiz...

Salihli taraflarında son molamızı verdikten sonra artık Bornova’ya kadar durmamak üzere hareket ettik. Sıra veda merasimlerine başlamıştı.

Aldım mikrofonu, sırayla emeği geçenlere teşekkür ettim ve otobüste bulunan herkesin sırayla mikrofona gelerek, içinden geçenleri, bir haftalık birikimlerini söylemelerini rica ettim. Sağolsunlar, kaptanlarımız dahil otobüste mikrofondan sesini duyurmayan kalmadı.

En damar konuşmayı Dayı, en ukala konuşmayı Keremcan yaptı.

Şarkılar türküler, marşlar, tezahüratlar söyleye söyleye devam ediyorduk. En çokta;


“De get Bayburt, de get Bayburt, de get sende nem galdı



Hasan kalesinde çerkezkam kaldı



O çerkezka güzel eder adamı



Ergen kızlar alsın benim gadamı” türküsünü icra ettik. Samara sağolsun, hiç sektirmedi...



Haaa! birde litaratüre giren bir tezahürat var;

Dernekçi misin yoksa şoför mü?



Yoksa Bayburt muhtarı mı?



Anlayamadık sen ayaksın



Murat Abi sen manyak mısın?




Soğanlı’ya çık, Uzungöle in



İşin yoksa İzmir’e dön



Anlayamadık sen ne ayaksın



Kaptan Murat sen manyak mısın?


Tamponu düşür, çerkezka kaybet



Üstüne lastik patlat



Anlayamadık biz ne ayağız



Murat Abi biz manyak mıyız?”


Karşısınızda Turgutlu...

Belkahve...

Veeeeeee....

Güzel İzmir veya diğer bir deyişle Gavur İzmir...

Vallahi kim ne derse desin, ben bu şehirden, değil gavur daha kötüsünü söyleseler vazgeçmem. O tepeden görünüş pek bir güzeldi.

Bir haftalık maceramız -ki dönüş yolunda yaşadıklarımızla gerçekten macera olmuştu- sona ermişti. Yeni yerler gördük, yeni dostlarımız oldu, derneğimizin ilk uzun metraj festivalini gerçekleştirdik, en önemlisi birlik beraberliği zirveye çıkmış bir grup olarak döndük.

Bu hikayenin oluşmasında emeği geçen herkese teşekkürlerimi sunarım.

Sürc-ü lisan ettiysek affola...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.